Dil ve Edebiyat (180. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
Yerli ve Kadim Bir Ses: Âşık Veysel
2023, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı ve “Türkiye’nin Yeni Yüzyılı”nın başlangıcı. Bu büyük tarihî yıl, Türkiye ve destekleyen ülkelerin iş birliği ile UNESCO tarafından “Âşık Veysel Anma ve Kutlama Yılı” ilan edildi. Bu ilan, bize Âşık Veysel sözünün coğrafi sınırları aşarak dünyada karşılık bulduğunun bir tespiti olarak yeterlidir.
Halk şiirimizin en verimli şairlerinden biri olan Âşık Veysel’in şiirini, sesini, hissini, duyuşunu irfanî geleneğin şathiyesi içinde aramak gerek. Daha açık bir ifade ile Âşık Veysel; Ahmet Yesevî, Yûnus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Celaleddin Rumî’den tevarüs eden tasavvufî ve Vahdet-i Vücutçu birikimi şathiye anlayışı ile terennüm eder. Geçmiş seslerin sesi olarak yirminci yüzyılda Anadolu kıtasının orta yerindeki Sivas’ında: “Neyim ne olacak elde neyim var/ Karaca’oğlan, Derdli, Yunus soyum var/ Mansur’a benzeyen bazı huyum var/ Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar” (s.26) diye seslenerek kültürel bir soy kütüğüne yaslanır.
Horasan, Selçuklu ve Osmanlı geleneğinin Anadolu teknesinde yoğurduğu birikim; Aşık Veysel dilinde ete kemiğe bürünür mezhep ve meşrep sıkışmışlığının dışına taşarak “Hazreti İnsan”ın kalbinin, hissinin, duyuşunun nidası olarak dolaşıma girer. Söyleyişine katılıp katılmamanızın bir önemi yok, o şiirlerini iz bırakmak için izine basarak ilerlediği şathiye geleneğine mensup büyük şairlerin izleğinde söyler. “Dostlar Beni Hatırlasın” isimli şiir kitabında bu geleneğin izleri apaçık görülür: “Saklarım gözümde güzelliğini/ Her neye bakarsam sen varsın orda/ Kalbimde gizlerim muhabbetini/ Koymam yabancıyı sen varsın orda (s. 22) ; Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham/ Erişti Mevlâdan bir ihsan oldu/ Hakk’ı bilenlere hazırdır her an/ İnkâr edenlere sır nihan oldu (…) Zahir bâtın her irenkten görünür/ Gâhi doğar amma gâhi dulunur/ Nerde baksan orda hazır bulunur/ Kim demiş hakkında lâmekân oldu” (s.23).
Âşık Veysel Şatıroğlu (1894-1973) geleneğe atıfla Anadolu irfan ve hikmetinin 20. yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri kabul edilir. Hece vezniyle söylediği şiirleri Türk Halk Edebiyatının önemli çağdaş metinleri olup insanın varoluş sebebi, dünya hayatının geçiciliği, insan-Allah ilişkisini şathiye tasavvuf geleneğine yaslanarak söylemiştir.
Doğrusunu isterseniz Âşık Veysel, bu sayının hazırlıklarına başladığım tarihe kadar benim için sadece türkülerini dinlediğim bir ozandı. Ona dair metinlerle haşir neşir olunca bir kültür alanı olarak tasavvufla ve tasavvuf öğretisinin değerler hiyerarşisi ile ciddi bir bağ kurduğunu, eserlerini bu düşünce disiplini etrafında söylediğini, Mükerrem ve ideal insan arayışını, sözde doğruluğu ve işte dürüstlüğü aradığını, insanın vicdan ve merhametle donanarak insanileşeceğine olan “bakışını” gördüm. Bildiğini bilmenin erdemini, bilmediğini de bilmeme bilgeliği ile bilmeye ulaştığını görmek şaşırtıcıydı. Ve en önemlisi görmeyen gözleriyle gören körler topluluğunu, baktığını görme ayrıcalığına daveti ilginçti. Dünyaya dair pazarlıksız, mihnetsiz, şikâyet etmeden ve elindekini paylaşabilen bir ozan olarak yaşadı. Sazıyla dertleşirken hayatını köyünde yaşamış ve komşu köye bile gitmemiş insanlar kadar saf ve tabii hâlde söylemiş söyleyeceklerini. “Sen petek misali, Veysel de arı/ İnleşir beraber yapardık balı/ Ben bir insanoğlu, sen bir dut dalı/ Ben babamı, sen ustanı unutma”(s.233).
Yûnus Emre’den bugüne tasavvufî halk şiiri geleneğinin son güçlü halkası Âşık Veysel, kendisi ve yaşadığı dünyaya dair tefekkürünün bütün verimini şiirlerine sığdırmayı başarmış. Efsane, masal, menkıbe, destan ve hikâyelere konu Anadolu medeniyet birikimini harmanlayarak bir hissiyat halesi hâlinde insanlığa bırakmış bir ozanla yılı kapatıyoruz. Anadolu bozkır toprağının kokusunu, renklerini, höyükleri, patikaları, sofra ve yemek kokularını bile görürsünüz sazının tellerinde sesinin duygu pınarında. Boşluk, yalnızlık ve çöl serabında bir vaha gördüğünüzde de Veysel bir yerlerde sazının teline dokunuyor hissine kapılabilirsiniz. “Ne ucu bellidir ne de ortası/ Bir gizli sır giyinmiştir libası...” (s.71). İnandığınca ilahî varlıkla kurduğu ilişki de yukarıda işaret ettiğimiz gibidir: “Bin bir ismin, bir cismin var/ Oğlun, kızın, ne hısmın var/ Her bir irenkte resmin var/ Nerde baksam orda senin”
[21]. Merhum Veysel burada ‘İhlas Suresi’ne atıf yapıp Tevhidî bir anlayış ortaya koyarken; devamında Vahdet-i Vücutçu anlayış üzerinden şathiyeye uğrayıp “her bir renkte görüntün var” deyip İbn Arabî’nin “La mevcude illa Allah/ la mevcuda illahu” düşüncesini besleyiveriyor.
Veysel, doğru bir ifade ile gerçek anlamında ârif bir halk ozanı ve duyuşu, hissedişi ve yerel ağzı kullanışıyla halkın bozguna uğramamış sadasıydı. Kapalı gözleri, gönlündeki görme ve gösterme kavrayışı açmış; hep düşünen ve kendi kendisiyle yüksek sesle konuşan Veysel, en karmaşık meseleleri yerel ve yerli kelimelerle evrensel bir söyleyiş seviyesinde söyleyebildi. Anadolu insanının acısını, yokluk ve kıtlık günlerini, Anadolu direnişini ve kurtuluşunu, yeniden devlet oluşunu … onun sesinde ve sözünde yeniden yaşarız. Onun kelimeleri bir anda annenizin, ninenizin sesleri olup kulağınıza düşer ve kalbinizde göğerir. Başka şiirlerde rahatsız edici bulacağınız sesler onun şiirinde bütün doğallığı ile sizi Anadolu köy ve kasabalarına götürür. “bahana, bıldır, farımak, gencelmek, gövel, ilayık, ırahat, Irıza, irahmet, irakipler, İreşit, irençber, iresim, Urum, Urus, ürüsvay, ürüya, ürüzgâr, asırı, Azırail, cisime, enistütü, filime, firik, gümüler, hasiret, hazireti, hepisi, kelep, koytak, kumpir, nutma, radıyo, savak, söylen, seme, şüküre, titireşir, tor, yağlık, yohtur, yuvermek, zarımak, şarkıyılan, bac’olur, bal’olmaz, başk’olmasa, çirkenc’olur, del’oldum, dışar’atttn, gec’olur, gevec’olur, hav’alır, içr’olsun, iy’olur, koc’olur, n’eyleyim, n’ideceksin, n’iderim, n’ola, n’olacak, n’oldu, nic’olacak, nic’olur, yar’etmez, perd’oldu, sumsalayıp, yolc’eden, çizmaltında, dakka, inc’elek, Kar’özü, sar’öküz, Sivralan, dolanıyom, zannetmen”.
Şiirlerini okurken onun o rahat, sıcak, aydınlık ve ürpertili hissiyatını hissederek Anadolu dağlarında yankılanışını işittim. O bir mezhepçi olarak söylemiyordu. Mezhep taassubuyla yaşayan ve ibadet eden tüm cemaatlerden derin deyişler söyledi. Zikir meclislerinde okudukları ilahilerin tamamı Veysel şiirinde hayat bulmuştu. “Üçler, yediler, kırklar” arasından “Hızır”la yoldaş olanlardandı Veysel. Tasavvuf geleneğinin bütün veçheleri onun şiirlerinde arı duru bir Türkçe ile Yûnus’tan ve Yesevî’den nefesler taşıyordu. Gurbet ve hasret duygusuyla sınırlı bir kıraathane âşığı da olmadı. Millet, vatan ve yaşadığı zaman aralığındaki devlet meselelerini şiirine dâhil etti. Diliyle, duyuşuyla, Anadolu insanının duyarlığı ile Veysel bin yıllık bir kültür birikimiyle Cumhuriyet’in şairiydi.
Âşık Veysel, İslâm dininin Müslümanlar için belirlediği çerçeveyi aşan aşırı yorumlarla canlandırılmak istenen tefrikayı ve bozgunculuğu çok net bir şekilde gören, anlayan, anlatan ve uyaran bir sesti.
Veysel yaşadığı vaktin hakiki sesiydi. Fikrî ve nebatat anlamda çölleşen dünyaya “Mecnun’a dar gelir çölümüz bizim” ve “Yüz ozana bedel ölümüz bizim” diyerek; sesini, sazını bırakıp gitti. Rahmet olsun.
*Şiir atıfları: Aşık Veysel, Dostlar Beni Hatırlasın, Derleyen: Ümit Yaşar Oğuzcan, Reha Yayıncılık, İstanbul, Ocak 1991
Üzeyir İlbak